Ankara'nın tarihe damga vuran üniversiteleri

Başkent Ankara, yalnızca siyasetin değil; Türkiye’de eğitimin ve teknolojinin de önde gelen şehirlerinden biri. Kuruluşları Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan Ankara üniversiteleri, sadece Türkiye’nin değil; yakın coğrafyanın en başarılı eğitim yuvaları haline geldi.

24 Mayıs 2025

Ankara üniversiteleri hem dev öğrenci hareketlerine hem de bilgi ve teknoloji üretimine ev sahipliği yapmaya devam ediyor.

Ekonomist’in 11-24 Mayıs 2025 tarihli sayısından

Son zamanlarda üniversite öğrencilerinin eylemleriyle adından sıkça söz edilen Ankara, üniversite-sanayi iş birliğinin en fazla gerçekleştiği şehirler arasında yer alıyor. Türkiye’nin başkenti olmasının avantajıyla da teknoloji üretim ve geliştirme konularında da öncü bir şehir olmayı sürdürüyor. Ankara’da 10’u faal üçü yapım aşamasında 13 Teknoloji Geliştirme Merkezi, 149 AR-GE, 36 da Tasarım Merkezi bulunuyor. Ayrıca yüksek teknolojili ürünlerin ticarileşmesi, bu ürünlere yatırımların artırılması destekleniyor.

21 üniversitesi bulunan Ankara’nın en önemli üniversitelerini bir çırpıda sayın desem, aklınıza hangileri gelir? Sizi yormayayım, ODTÜ, Ankara, Gazi, Hacettepe, Bilkent, Başkent üniversiteleri...

Mustafa Kemal Atatürk’ün katılımı ile açılan Hukuk Fakültesi (5 Kasım 1925)

Tarihçelerine baktığınız zaman, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, başkentte öncelikle Ankara Üniversitesi’nin oluşturulduğunu görürsünüz. İlk fakültesi de bugünkü Opera Meydanı’nda Vakıf Eserleri Müzesi olarak değerlendirilen Hukuk Mektebiydi. Kapılarını 1925 yılında öğrencilere açarken, bütün fakültelerin tek bir çatı altında toplanması, yani Ankara Üniversitesi’nin kurulması 1946 yılını buldu. Çağdaş ve Batılı anlamda kurulan ilk üniversite olmuştu. Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in, Atatürk’ün emriyle gerçekleştirdiği ‘Üniversite Reformu’ ile kuruluşu gerçekleştirilen bu üniversitede, Nazi Almanya’sından kaçan öğretim üyeleri de ders vermişlerdi. Türk bilim, kültür ve mimarisine çok önemli katkılarda bulunan bu insanlar ülkemizde huzur içinde yaşamayı seçmişlerdi. Zaten önce Atatürk sonra İnönü dönemi derken, uzun yıllar Ankara’da yaşayıp, kök salmışlardı.

Ülkelerine dönenler ise Nazi Almanya’sının yıkılmasından çok sonraki bir tarihi tercih etmişlerdi. Savaş sonrasında Berlin’in ilk Belediye Başkanı olan ünlü şehirci Ernst Reuter de bunlardan biriydi. Reuter, daha sonraki yıllarda Türk vatandaşlığını terk etmeyi kabul etmemiş, ölene kadar bir Türk ve Ankaralı olarak kalmıştı. Onlarla bu ülkeye sayısız eserler bırakmış müthiş bilim insanlarımızı da saymadan geçmek olmaz. Kimleri mi? Birazdan kimliğini ve icraatlarını anlatacağım “İhsan Doğramacı” ve “Mehmet Haberal.”

ODTÜ HEP ÖNCÜ OLDU

Ankara’da 1926’da kurulan Gazi Terbiye Enstitüsü, nitelikli öğretmen yetiştirmek üzere faaliyete geçti ki, 1980 yılında kurulan Gazi Üniversitesi’nin temel taşını oluşturdu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ise İngilizce dilinde mühendislik öğretimi yapmak amacıyla 15 Kasım 1956’da kuruldu. Ülkemizin ilk üniversite kampüsü de ODTÜ ile hayat buldu. Gerek üniversitesi gerekse teknokentiyle ODTÜ başta savunma sanayi olmak üzere ülkemizin gelişmesine altyapı sağlayan en önemli kurum oldu. 1967 yılında Sıhhiye civarındaki Hacettepe Semti’nde oluşturulan Hacettepe Üniversitesi’nin çekirdeğini ise Tıp Fakültesi oluşturdu.

İHSAN DOĞRAMACI

HACETTEPE VE BİLKENT'İ KURAN İSİM

Malumunuz Hacettepe’nin kurucusu daha sonra 1986’da faaliyete geçen Bilkent Üniversitesi’ni de ülkemize kazandıran merhum Prof. Dr. İhsan Doğramacı’dan başkası değildi. O Irak’ta gerçek bir sarayda doğup, Bilkent’te saray gibi bir evde yaşamını sürdürmüş bir kişiydi. Ancak, bunlarla hiç övünmeyip, çok çalışmış ve Hacettepe, Bilkent, Tepe Grubu, TAV havalimanı işletmeciliği gibi dev eserler bırakmış bir şahsiyetti. Hacettepe’de eğitimini tamamlayan Mehmet Haberal ise Doğramacı’nın izinden gidip, 1993 yılında Başkent Üniversitesi’ni kurmuştu.

Yukarıda örneklerini verdiğim bilim insanları arasında yaşamını ve hizmetlerini halen sürdüren Haberal’ı anlatmaya başlarken, o kıyıda köşede kalmış ancak onurundan kaybetmemiş, cumhuriyetin o ilk günlerindeki ruhu hala bedeninde taşıyanlardan olan bir kişiden bahsedeceğim. Doğum günü 29 Ekim 1944. O hayata, kolejlerde el bebek gül bebek başlamadı. Odun ateşinde ders çalışarak, çamurlu topraklarda, bez yumağından yapılmış topların peşinden koşarak geçti çocukluğu. Her şeye sıfırdan başlayarak geldi. Tırnaklarıyla kazıyarak geldi, nereye geldiyse. Uzmanken, doçentken, profesörken bile asistan gibi koşturarak geldi. Sağlıkta hem işçi hem de patrondu o, her zaman.”

MEHMET HABERAL-ERDAL İPEKEŞEN

YAŞATTIĞI İLKLER SAYMAKLA BİTMEZ

Bu arada Başkent Üniversitesi kurucusu ve Rektörü Mehmet Haberal’ı çok eski tanıyan biri olarak, kendi düşünce ve yaşanmışlıklarımı da sizlere aktarayım. Mehmet Haberal ile tanışmamız 1970’li yılların sonuna uzanır. Onu, Hacettepe Üniversitesi’nde idealist bir tıp adamı olarak tanıdım. ABD Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrendiklerini ülkemize aktarmaya başlamış, organ nakli konusunda dev adımlar atmıştı. Zaten bu konudaki yoğun birikimini, 1975 yılında Hacettepe Hastanesi’nde Organ Nakli Ünitesi’ni kurarak pekiştirmişti. Aynı yıl içinde de ülkemizdeki ilk canlı donörden böbrek naklini gerçekleştirmişti.

Daha sonraki süreçte de ilklere imza atmasını sürdürdü. 1978 yılında yurt dışından gelen kadavradan böbrek naklini, 1979 yılında yerli kaynaklı ilk kadavradan böbrek naklini gerçekleştirdi. Yine 1979 yılında siyasilerden bürokratlara, diyanet mensuplarından toplumun kanaat önderlerine kadar geniş bir yelpazede çalışmaları ülkemizdeki organ nakli yasasının çıkmasını sağladı. Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı’nı kurduğunda ise tarihler 4 Eylül 1980’i gösteriyordu. Bu vakıf şimdi binlerce öğrenci eğiten ve yine binlerce hastaya şifa dağıtan Başkent Üniversitesi’nin temel taşını oluşturdu.

ÜÇ BEŞ SANDALYEYLE YOLA ÇIKTI

Haberal, yılmadı, çalıştı ve insanlara organ naklinin yaşam kurtardığını göstermeye başladı. Hep gözümün önüne gelir; vakıf merkezi üç beş sandalye, bir çalışma masasından daha fazla mal varlığına sahip değildi. Derken diyaliz makineleri gelmeye, yatakların sayısı birbir çoğalmaya başladı. Dahası Haberal’ın gönüllüler ordusuna her gün yeni neferler katılırken, hastalar için umut ışığı gitgide güçlendi. Üstelik onun açtığı yoldan yüzlerce doktor, onlarca hastane gitmeye başladı. Ayrıca geliştirdiği teknikle, böbreklerin canlı kalmasını sağlayan özel karışımının işlev süresini 36 saatten 111 saate kadar uzattı. Zaten bu buluşu ona uluslararası birçok ödülü de beraberinde getirdi. 1988 yılında ise Türkiye’de ve bölgemizde kadavradan ilk başarılı karaciğer naklini gerçekleştirdi. 1993 yılında Başkent Üniversitesi’ni kurarken, dünyadaki birçok tıp kuruluşunun onur konuğu oldu. Uluslararası Cerrahlar Birliği üyeliği ise ülkemize büyük prestij sağladı. Dünya Yanık Derneği Başkanlığı ve Dünya Organ Nakli Derneği Başkanlığı onun uluslararası arenadaki duayenliğini pekiştiren görevleri oldu.

İYİLİK MELEĞİ CİCİ ANNE

İşte benim de Haberal’ı tanıdığım bu süreçte “Cici Annenin” desteği, diğerlerinin de üzerine eklendi. Büyük bir miktar parayı vakfın değil Haberal’ın adına bankaya yolladı. Bu paranın kuruşu heba edilmedi ve amacı dışında kullanılmadı. Böylece Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı’nın ilk binası alınmış oldu. Diyaliz sorunu çözülmüştü. Peki, Cici Anne kimdi? Atatürk’ün rahle-i tedrisinden geçmiş, yaşının 90’nın üstünde olduğunu söyleyen, istiklal madalyalı bir iyilik meleğiydi.

Haberal’dan en çok duyduğum cümle ‘Akşam yastığa başınızı koyduğunuzda eğer o gün bu ülkenin insanları için bir şey yapmadıysanız gününüzü boş geçmiş sayın’ cümlesidir. Tek derdi vardı. Çalışmak ve ülkesini çağdaş medeniyet düzeyinin ötesine taşımak… Tüm bunları niye mi aktardım? Bazı kesimler onun bu ülke insanına sağladığı imkanları ya bilmiyor ya da hatırlamak istemiyor. İşte, bu insanların yanlış fiillerine tanık olunca, geçmişi bir kez daha anımsatmak istedim. Bir de milletvekili bile seçildiği ve bir suç isnat edilmediği halde Silivri Cezaevi’nde tutulan Mehmet Haberal’ın elinin öpülmesi gerekirken, FETÖ’cüler tarafından kelepçe takılmasını halen hazmedemediğim için. Bu arada 81 yaşına rağmen halen 12 saatlik ameliyatlara girdiğini, Başkent hastanelerini çoğaltarak birçok ile yaydığını ve her hafta hepsini denetlediğini söylemeliyim. Her sabah saat 06’da başladığı mesaisini ise gece yarılarına kadar sürdüğüne halen şaşırdığımı vurgulamalıyım.