Servet Topaloğlu
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde ilk dersi gören herkesin malumudur; bir ülkenin refaha ulaşmasını belirleyen üç temel unsur vardır:
1)Ülke Coğrafyası (ülkenin dünya haritasındaki yeri, yer altı ve yer üstü kaynakları)
2)ÜLKE İNSANININ DEĞERİ (nicelik ve nitelik)
3)Ülkedeki Sermaye Birikimi
Hangi ülke bu 3 unsuru en iyi şekilde değerlendirirse, o ülkenin refah düzeyi göreceli olarak daha yüksek olur.
Yüz yıllardan beri değişmeyen nadir formüllerden biridir!
Bu yazımda Türkiye açısından bu üç temel unsuru değerlendireceğim. Özellikle de insan faktörünü öne çıkarmak istiyorum!.. Ancak, bütünlüğü kaybetmemek adına, ''COĞRAFYA'' ve ''SERMAYE BİRİKİMİ'' faktörlerine de mutlaka değinerek!…
Türkiye'nin bu 3 konudaki zayıf halkaları hangileridir? Bunları sağlamlaştırmak için çözüm önerileri neler olabilir?
İLK TEMEL UNSUR (Coğrafya): Ülkemiz yüz yıllardan beri coğrafya açısından mükemmel konumunu korumuştur. 3 kıtanın kesişme noktasındadır. 4 saatlik bir uçuş mesafesinde 1,5 milyar insana ulaşım sağlanabilmektedir. Batı ülkelerine kıyasla en görkemli ''yatay coğrafyaya'' biz sahibiz. Napolyon'un ''eğer dünya bir ülke olsaydı, İstanbul başkent olurdu'' sözü hala günceldir. Toprağın altında ve üstünde bulunan değerler göreceli olarak azımsanmayacak ölçüdedir. Bu değerlerin envanterini yapmak ve kıyaslamalı yorumlamak, bu yazımızın çerçevesine sığmaz. Bu konuda yeterli derecede araştırma ve bilimsel eseri kaynak göstermekle yetineceğim. Ancak coğrafi açıdan göreceli üstünlüğümüzün olduğunu vurgulamak isterim.
Bugünkü coğrafi üstünlüğümüz kendi kendine olmadı. Çok uzun yıllardan beri ailelerinin kökleri mevcut coğrafyamızda bulunan yerleşik halkımızın yanında, özellikle son iki yüz yılda Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Doğu'dan da bu topraklara gelindi ve yerleşildi. Bu coğrafyada birlikte yaşamayı sağlamakla sadece yetinmedik, bu yöndeki reflekslerimizi de hayli geliştirdik. Bunu başaran geçmiş nesillere minnet borcumuz var. Bu yetmez, bu coğrafyayı hırpalamadan, hatta daha da iyi yaşanır hale getirerek çocuklarımıza bırakmak zorunluluğumuz da var. Ahlaki yönden bu bir mecburiyet!
Hatırlamak açısından: Bu coğrafyada bizim için en kötü dönem 1920 tarihinde yaşanmıştır (Sevr Anlaşması). Gerileme dönemi ülke yöneticilerimizin kafaları karışıktır. Geçmiş dönemde başarıyla uyguladıkları devlet sistemi, batıdaki gelişmeler karşısında artık rekabet edememenin son noktasındadır. Eski başarılar ile birlikte gelen aşırı öz güven ve konformist tutum ve davranışlara ilaveten, Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük arasında sıkışıp kalmıştır. Üst üste yanlış kararlar almaktadır. Dönemin kural koyucu ülkeleri de, yaşadığımız bu coğrafyaya bütünüyle müdahale etme zamanının geldiğini düşünüp, yönetimi ''doğrudan'' ele almaya teşebbüs ediyorlar. Ülkenin o zamanki yönetim kadrolarının önemli bir kısmı bu müdahaleyi kabulleniyor/kabul etmek zorunda kalıyorlar. Diğer yönetim kadroları ile halkın önemli bir kısmı ise buna itiraz ediyorlar. İtiraz eden grup içinden ''biri'' çıkıp, sadece itiraz etmiyor, tüm detayları düşünüp, temel bir noktaya indirgeyerek (''bağımsızlık ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak'') eyleme geçiyor. İç Anadolu'ya sıkışmış bu kadim milleti, bugünkü muhteşem coğrafyada tekrar örgütlüyor. O tarihte henüz 30'lu yaşlarda olan bu kişiyi çok iyi tanıyoruz. Kendisini büyük bir saygı ve minnet ile burada tekrar anıyoruz. Zira bu yazının ana konusu ''insan'' faktörü olacağından, ''neden yüz yıl öncesindeki yeniden yapılanma inisiyatif ve doğal reflekslerimizi tekrar harekete geçirmeyelim '' diye sormak ve konfor alanımızdan çıkıp, söylemden eyleme geçmek için mükemmel örnekleri öne çıkarmak, bu yazının içeriğine katkı sağlar. Unutmayalım ki, o tarihten bugüne Avrupa, Asya ve Afrika'da pek çok coğrafi sınır değişip, bizim mükemmel coğrafyamız değişmemiş ise, toplumumuzun ''tüm kesimlerinin'' o günlerde atılan bu adımlara istisnasız şapka çıkarması gerekir. Bu saygı, Türk Beylikleri ve Osmanlı döneminde coğrafi anlamda yapılan göreceli pozitif katkıların değerini azaltmaz.
Bu kişinin, kafasındaki modeli ''basitleştirerek'' kitlelere anlatması, onları ortak paydada buluşturması, nispeten zayıf veya farklı görüşteki bireyleri yanına çekerek, toplumu aynı yönde toplu refleks verebilen duruma getirmesi olağanüstü bir başarıdır. Real politika izlemiştir; a)''toplumun yüksek değerlerini koruyarak, çağdaş refah seviyesine ulaşmak'' ülküsünün sulandırılmasına yaşamı boyunca izin vermemiştir b)ülke menfaatlerini üst seviyeye çıkarmak için, o zamanın konjonktürüne uygun en optimal çözümlerini tercih etmiştir, c) zamanın dahili ve harici güçlerine saygı göstermeyi de bilmiştir. Güç kirlenmesine izin vermemiş, durulması gereken yerde durmuştur (''yurtta sulh, cihanda sulh''). Popülizm yapıp, halkı kandırma yollarına tevessül etmemiştir. Hem idealist hem de gerçekçi olmayı kendi içinde çok iyi harmanlamıştır. Bunu başarmıştır da! Nitekim gerek ülke içinde gerekse de ülke dışında büyük kitleler, kendisini 1938'e kadar sulh içinde ve gıpta ile takip etmiştir/etmek zorunda kalmıştır.
Toplumun refahını etkileyen ikinci unsur olan ''İnsan'' faktörünü, anlam ve önemine binaen biraz sonra daha detaylı ele alacağım. Şimdi üçüncü önemli unsura, diğer değişle ülke içindeki ''SERMAYE BİRİKİMİ'' faktörüne değinmek istiyorum.
ÜÇÜNCÜ TEMEL UNSUR (Sermaye Birikimi): Sermaye birikimi olmadan üretemezsiniz. Eğer üretemezseniz, toplumsal ihtiyaç ve isteklerinizin karşılanmasını güvenceli biçimde sürdüremezsiniz. Dönem dönem ya kıtlık yaşanır ya da yüksek enflasyon… Dolayısıyla çağdaş medeniyet seviyesine gelmeniz için uzun süre beklemek zorunda kalırsanız. Bu bekleme süresi toplumdaki stresi artırır. Kısa vadeli ve çok yüksek faizlerle borçlanmaktan başka seçeneğiniz kalmaz. Borçlu ve zayıf olduğunuz içinde, dengeler bir gün hiç hesapta olmayan şekilde bozulabilir ve bu seferde ülküsel eksenler kayabilir. Bu nedenle kural koyma iddiasında olan ülkeler tarih boyunca, zorla (işgal) veya barışçıl (emperyalizm) yöntemlerle sermaye çeken, sermayeyi kontrol eden ve ucuz borçlanabilir konumda olmak istemişlerdir.
Türkiye içinde durum çok farklı değildir. Üzerinde yaşadığımız coğrafyada, genel olarak söylemek gerekirse, topraklarımız genişledikçe sermaye artışı olmuş, azaldıkça gerilemiştir(yeni coğrafyalardan alınan veya alınamayan vergiler) Sınırlarımızın sabit kaldığı son 100 sene içinde ise sermaye birikimi dalgalı bir seyir izlemiştir.
Rönesans, Fransız Devrimi ve Kapitalist/Liberal hareketlerini uzaktan izleyen Duraklama/Gerileme dönemi yöneticilerimiz, dünyada benzeri olmayan bir ''Osmanlı Merkantalizmi'' sistemini benimsemişlerdir; üretime öncelik vermeden, sınırlarını yabancı ürün ve sermayeye sonuna kadar açmışlardır. Ayrıca ülkenin finans ve ticaret işlerini de, kendi vatandaşları olmakla birlikte zamanla milliyetçilik akımına kapılarak yabancıların etkisine fazlaca girecek olan azınlıklara bırakmışlardır. Dönemin yöneticileri, o zamanki konjonktür ve coğrafyaya uygun özgün siyasi, endüstri ve ekonomik sistemleri kuramamışlardır. 19. yüzyılda kural koyucu konuma geçen batılılar tarafından, en iyimser tabirle farkında olmadan, uzun vadeli ülke menfaatleri ile çelişecek şekilde ikna edildikleri açıktır.
Cumhuriyet döneminde ise yeni gelen yönetimin bu elverişsiz iktisadi kuralları değiştirmesi nedeniyle sermaye girişi önceleri durmuş, hatta tersine çevrilmiştir (borçların geri çağrılması, kamulaştırma, vs). 1923-1931 arasında artık ne (yabancı) sermaye vardır ne de (miras alınamayan) üretim tesisi… Azınlıkların yönettiği finans ve ticaret sistemi ise şiddetli bir ivme kaybetmiştir. Yeni devleti kuranların göreceli güçlü teşvikine rağmen, ya asker ya da küçük tüccar olarak yetişmiş yerleşiklerin, aniden pozisyon değiştirerek bu derin boşluğu doldurma ve yeni bir özel sektör yaratma kabiliyeti doğal olarak yoktur. Zira Gerileme Dönemi yöneticileri, o tarihe kadar böyle bir ''üretici sınıfın'' oluşması için gereken ortamı sağlayamamışlardır. Bu görevi büyük ölçüde İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyanlar ile ülke tebaasında olan Müslüman olmayan tebaaya ''delege'' etmekle yetinmişlerdir. Artık ülkeye yatırım için onlarda eski motivasyonlarında değillerdir. Yeni devlet, oluşan bu boşluğu son derece düşük başlangıç sermaye birikimiyle kendisi ve uyguladığı akıllı iç ve dış politikalarla ''yeni para'' bularak doldurmaya çalışmak zorunda kalmıştır. Dönemin şartlarına son derece uygun bir şekilde hamleler yapılmış (reformlar), iç ve dış dünyaya güven verilmiştir. Nitekim 30 yıl boyunca Rusya ekseni de kullanılarak devletin önderliğinde çok ciddi yerli endüstriler kurulmuş, sermaye birikimi sağlanmış, yeni nesil özel sektörün bir an önce kurulması için öncülük yapılmıştır… Emperyalizme karşı olarak, ancak emperyalizmle kavga etmeden!
İkinci Dünya savaşından bugüne kadar ise, yere sağlam bastığımız pek söylenemez. Yöneticilerimiz kural koyucu ülkelerle ya tekrar ''fazla entegre'' olmuş ve ''kolay ikna edilir'' konuma gelmiş ya da toplumda birliği sağlayamadan onlarla kavgaya girişmiş gibi görüntü vermekteler. Ya da ikisini birlikte yapmaya çalıştılar/çalışıyorlar.
Büyük ölçekli yerli sanayi yatırımları başlatılamadığı gibi, katma değeri yüksek tesisler özelleştirme adıyla veya ''verimsiz'' diye büyük ölçüde satılmıştır/kapatılmıştır. Katma değeri yüksek tesisleri, ölçek ekonomisi de kullanılarak verimli hale getirmek ve yeni ihtiyaçlar doğrultusunda geliştirmek adına atılan adımlar veya öneriler itibar görmemiştir. Satışlardan gelen nakitler (eski sermaye) yeni nesil üretime değil, sadece inşaat ve ticaret sektörlerine kaydırılmıştır. Ticari sınırlar hesapsızca ve alabildiğine açılmıştır. Kural koyucu ülkelerin kuruluşları da, yöneticilerimizin attıkları bu adımları ''ödüllendirerek'' ülkemize yeni sermaye getirmişlerdir. Bu eski ve yeni sermaye ile de, ''niteliksiz'' ve ''sürdürülmesi mümkün olmayan'', tüketime dayalı bir büyüme gerçekleştirilmiştir.
Gerçi son dönemlerde yöneticilerimiz, bazı şeylerin ters gittiğini ve bunun siyasi, ekonomik ve toplumsal etkilerinin de olduğunu görmüşlerdir. Ancak bu sefer de, toplumsal birliği sağlayıp, üretim alt yapısını ve insan kalitesini (liyakat) güçlendireceklerine, hem ülke genelinde hem kendi içlerinde hem de kural koyucu ülkelerle sokak kavgasını anımsatır şekilde ''ben bunu kabul etmiyorum, ben bu malı sana yedirmem, hele şahsi kazanımlarımı sana hiç vermem'' mücadelesine girişmişlerdir. Akabinde de sermaye girişleri son yıllarda tekrar tersine dönmüştür. Sermaye birikimi için alternatif yaratılamamış, ama sanki yaratılmış gibi yoğun bir popülist tedbirler zinciri halka sunulmuştur.
Dolayısıyla; ülkemize giren ve çoğaldığı söylenen sermayenin ''niteliği'' tartışmaya açıktır. Son 40 yılda ülkemizdeki tasarruf oranlarının neden artmadığı, yeni oluşan özel sektörümüzde sermaye birikiminin neden gerçekleşmediği, vasıflı genç işsiz sayımızın neden tavan yaptığı ve özel sektörümüzün, ülkemizin üretim boşluğunu ne derece ''rafine'' doldurduğu sorularının yanıtları bu çalışmanın kapsamı dışında olup, sitemizde yer alan diğer yazılarımda kısmen işlenmiştir.
Özetle; geçmiş yıllardaki sermaye girişine rağmen, Türkiye Kamu ve Özel Sektörü rüşdünü ispat edememiş gibi görünmektedir. Henüz bir dünya markası çıkaramamış olmamız, ticari açığımızın kronikleşmesi, ülkedeki yüksek ölçüdeki dolarizasyon, borsada işlem gören tüm şirketlerimizin toplam değerinin daha ''dün'', yani 1995 yılında kurulunan bir Amazon şirketinin değerinin hayli altında kalması ve yüksek oranlı eğitimli insan işsizliği bunun göstergeleridir. Rüşdünü ispat edemeyen özel sektörü ve değerli kamu varlıkları azalan ülkeler sermaye için çekim noktası olamazlar. Nitekim 2019 yılında ülkemizden çıkan sermayenin (yurt içi yerleşiklerin ''dış yatırımları'', sermaye transferleri, sıcak para), ülkemize girenden daha fazla olması, bu tezimi maalesef teyit etmektedir. Şirketlerimizin ve şahıslarımızın yurt dışına yatırımlarını, çok az sayıdaki kuruluşumuzu tenzih ederek söyleyelim, ''ülkede o kadar başarılı oldular ki, artık dünyaya açılıyorlar'' şeklinde değerlendirmek için çok erkendir. Bu adımlar, şirketlerimizin ve şahıslarımızın ülkeye güvensizlik nedeniyle portföylerinin bir kısmını yurt dışına götürmeleri şeklinde de yorumlanabilir. Zira bu şahıs ve şirketlerimizin çok önemli bir kısmının, ülkemizde katma değeri yüksek alanlarda sürdürülebilir bir başarıları olup olmadığı tartışmaya çok açıktır.
Diğer değişle, refahı sağlayacak üçüncü unsurda (''sermaye birikimi'') iyi bir konumda olduğumuzu söylemek, içi doldurulamamış bir iyimserlikten öteye gidemez (bkz. en alttaki tablo).
Böylelikle, bir ülkenin kaderini belirleyen İKİNCİ TEMEL UNSURA, diğer değişle ''ÜLKEDEKİ İNSANIN DEĞERİ'' faktörüne (nitelik ve nicelik olarak) nihayet gelmiş bulunuyorum.
Nicelik olarak baktığımızda nüfus şüphesiz hayli önemlidir. Zira nüfus, bir ülkenin üretim ve tüketim gücüdür. Yüksek nüfuslu coğrafyalar, düşük nüfuslu bölgelere kıyasla her zaman gündemin daha önünde yer alırlar. Yüksek nüfuslu ülkelerdeki yerleşiklerin ''bağımlılık oranının'' düşüklüğü, diğer değişle ''çalışarak kendi ayakları üzerinde durabilme kabiliyetleri'', o ülkelere kaldıraç etkisi yapar. Kendi ülkelerindeki iç meseleler (düşük oranlı işsizlik ve toplumsal güçlü temel hizmetler nedeniyle) nispeten az olduğundan, dış dünyayla daha fazla ilgilenirler. Oraların da kaynaklarına yönelirler. Bir yandan kendi nüfus seviyelerinin nitelikli artışı için tedbirler alırlarken, diğer yandan da kendi coğrafi alanlarının dışındaki nüfusların özellikle ''tüketim potansiyeli'' ile doğal olarak hayli ilgilidirler. Bu harici nüfusu, kendi coğrafyalarındaki üretim tesislerine istihdam yaratan ve kendi ülkelerini çekim merkezi yapan bir ''refah mekanizması'' olarak görürler. Bunda eleştirilecek ve kıskanılacak bir yan yoktur. Olsa olsa gıpta edilmelidir.
80 milyona yakın genç ve çok çalışkan nüfusumuza, yurt dışında yaşayan Türkler'i de ilave edersek, dünyada nicelik perspektifinden etkin bir kimliğimiz olduğu söylenebilir. Yurt dışında yaşayan Türkler olarak sadece son yüz elli yılda batı ülkelerine gidenleri değil, Asya, Orta Doğu ve Balkanlar'da bulunan soydaşları da saymak gerekir. Toplam olarak 250 milyona yakın Türk ve akraba topluluğundan bahsedilir. Bu konunun detayına girmek çalışmamızın çerçevesini hayli zorlar. Ancak özet olarak söyleyebiliriz ki, nicelik açısından insan kaynağı sorunumuz olmadığı gibi, avantajlı cephedeyiz.
Bununla birlikte ''NÜFUSUN NİTELİĞİ'' daha önemlidir. Nüfusun niteliğini belirleyen lokomotif ise, bizim''RAFİNE İNSANLAR'' olarak adlandırdığımız gruptur.
Bugün dünya üzerinde kural koyan ülkelere baktığımızda, bu ülkelerin yüksek mertebedeki nüfuslarının yanında, ''devlet desteğine bağımlılık oranı'' düşük, ciddi sayıda nitelikli insan gruplarının varlığını ve bu kesimin, kendi ülkelerinin menfaatlerini en üst seviyeye çıkarmak için ''sistemin içinde çok aktif'' olduklarını görüyoruz. Bu ülkeler, nüfuslarının yaşlanması nedeniyle zaman zaman ''sosyal sisteme bağımlılık oran katsayılarında'' sorun yaşasalar da, farklı coğrafyalardan nitelikli ve genç beyin göçü takviyesi ile güçlü konumlarını rahatlıkla muhafaza edebilmektedirler.
Ülkemiz, ancak nitelikli insan gücüyle bugünkü kural koyucu bu ülkelerle eşit göz hizasında bir masada oturabilir (''rafine insan gücü''). Aksi takdirde, Machiavelli'nin beş yüz önce yazdığı gibi, ''hükümdarlar (bugünün tabiriyle, kural koyucu ülkelerin yönetim kadroları), bilgisiz sürüleri yönetebilmek için onu aldatmaya yönelik teknikleri öğrenmiştir ve bunu iyi uygulayan çok güçlü kadroları vardır.''
Temel soru şudur: Bu güçlü kadroların karşısına çıkarabileceğimiz rafine insanlarımız yeteri kadar var mı? Bu insanlarımızın kendi içlerinde ve tüm toplumla birlikte çalışma refleksleri güçlü mü?
Bu soruların, tartışmaya son derece açık yanıtları olduğunun farkındayım. Kimimize göre vardır ve bu insanların birlikte çalışma refleksleri gayet güçlüdür. Kimimize göre rafine insanlarımız vardır, ancak bu insanların yüksek egoları nedeniyle birlikte çalışma kabiliyetleri sınırlıdır. Kimimize göre de ülke yönetimimiz ve kurumlarımız, nitelikli insanların yetişmesini ve özgürce ortaya çıkmasını sağlayacak ortamı yeterince besleyemedikleri için, rafine insan var mıdır yok mudur tartışması anlamsızdır.
Ben bu konunun derinlemesine tartışılmasından yanayım ve şahsi düşüncemi ve önerilerimi şu şekilde açıklamak isterim:
''Rafine insan'' kimdir?…
1)Mesleki olarak belirgin ve kalıcı bir başarısı vardır. Aktif olduğu mesleki hayatında, akıl ile bilimselliği öne çıkararak ve ciddi emek vererek en az bir kere ''aslan vurmuştur''.
2)Kimseye muhtaç olmadan hayatını ikame ettirebilmek ve iradesiyle kendine belirlemiş olduğu yaşam standardını korumak için gereken finansal özgürlüğünü sağlamıştır. Finansal durumunu iyileştirmek için yanlışta mutabakat yapmaya ihtiyacı yoktur.
3)Genel kültür seviyesi hayli yüksek, kendi belirlediği kültürel ilgi alanlarındaki bilgisi ise hayli derindir.
4)İcraat insanıdır. Toplumun içindedir. Hatta dokunulma mesafesindedir. Toplumdan aldığından çok daha fazlasını topluma geri verme motivasyonu ile çalışır. ''Her toplum layık olduğu idare şekliyle yönetilir'' deyimini benimsemez, toplum için daha iyiyi arar. ''Kar realizasyonu'' yaparak köşesine çekilmez, tüm varlığıyla üretime devam eder. Eğer birikimleri, kendisinin ihtiyaçlarını karşılama boyutlarının üzerinde ise, bu birikimlerini, içinde yaşadığı toplumun sürdürülebilir refahı için, kendisinin bağımsızlığını bozmamak ve yaşam standartlarını düşürmemek kaydıyla, kamuya mal etmekten imtina etmez. Bu durumu bir PR gösterisine asla çevirmez. Kimseyi kıskanmaz, olsa olsa gıpta eder. Başarılı insanları aşağıya çekmek için değil, kendi alanında daha da başarılı olmak için çalışır. Lüks olan unsurlara mesafeli yanaşır. İhtiyacı olmayan şeylerden uzak durur.
5)Kendisine has bir stili ve duruşu vardır. Bunu hissettirir. Ondan belki biraz çekinirsiniz, ama dost olmak istersiniz, zira güven verir.
Ülkemizdeki ''rafine insan grubunun'' özellikle 1923-1938 arasında filizlendiği, ancak daha sonra çeşitli adlar altında dağılıp, ''bambaşka bir karaktere'' büründüğü ve bugün itibarıyla bu konunun ülkemiz için bir dezavantaj teşkil ettiği yaygın bir kanaattir.
Bugüne kadar ülkemizde kendilerine;
''Zengin'', ''Seçkin'', ''Entelektüel'', ''Elit'', ''Aydın'', ''Münevver'', ''Medeni'', ''Klas'', ''Kaliteli'', ''Bilge'', ''Ulema'', ''Duayen'', ''Alim'', ''Düşünür'', ''Filozof'', ''Kamusal profesör'', ''Hoca'', ''Üst Seviye'', ''Burjuva'', ''Vip'', vb,
denen pek çok kişiye bakıldığında, yukarıdaki ''rafine insan'' kriterlerine uygun olup olmadığı tartışma konusudur.
Bir genelleme yapmak şüphesiz mümkün değildir. Ancak yazıya bir renk verebilmek ve kavramlar arası farklılığı bir nebze ayrıştırmak için, yukarıdaki başlıklar altında toplumda ''algılanan'' bazı tanımları, sizleri tenzih ederek ve biraz da provokatif şekilde aşağıda takdim ediyorum:
''Zenginlerimiz'', kendi imkanlarıyla ve/veya miras yoluyla önemi maddi kazanımlar elde etmiş bir gruptur. Bazıları bu zenginliği kendi gerçek mesleki başarılarla elde etmişlerdir, bazıları da ülkenin ve/veya ülke siyasetçilerinin kendilerine sundukları fırsatları değerlendirerek bu noktaya gelmişlerdir. Saygı görmek ve toplumda statü kazanmak onlar için çok önemlidir. Bunu gerçekleştirmek için hayli cömerttirler. Sosyal anlamda paylaşmayı, ancak kendi menfaatleri çerçevesinde veya kendilerine bu zenginlik için yol açmış aktif kişilerin yönlendirdiği kuruluşlara yaparlar. Toplumun değerlerini koruyarak bir bütün olarak yüksek refah seviyesine çıkmasını kendi görev alanlarında görmezler.
''Seçkinlerimizin'' pek çoğu, toplumun geniş kesimleri ile bir araya gelmekten fazla hoşlanmazlar. Şık giyinmeye, iyi arabalara binmeye, birbirleriyle sosyalleşme alanında rekabet etmeye bayılırlar. Dünya markalarının takipçisi ve iyi müşterisidirler. Sosyal sorumluluk görünümlü cemiyet ortamlarında bu yöndeki yeteneklerini birbirlerine gösterirler. Memleket meselelerini aralarında konuşurlar, ancak sahaya çıkmazlar. Bir ayakları da batı ülkelerinin önemli merkezlerindedir.
''Elitlerimiz'' kendilerini toplumdan soyutlarlar, kendi içlerinde dışarıya kapalı gruplarda yaşarlar. Suya sabuna dokunmazlar. Kendilerine bir önceki jenerasyondan intikal eden şirket ve gayrimenkulleri işleterek korumaya çalışırlar. Devlet ile aynı görüşte olmasalar bile iyi geçinirler. Sergi, müze, konser, vs. ziyaretlerini bolca yaparlar. Kullandıkları ürün ve hizmetlerin önemli bir kısmı şahsa özeldir.
''Entelektüellerimiz'' çok yönlü bilgileri ile öne çıkarlar. Bulundukları ortamı, sahip oldukları geniş bilgilerle hayran bırakırlar. Bununla birlikte ''ben herkesten daha iyi bilirim'' edasındadırlar. Kendileri ile konuşurken bırakınız alternatif bir görüş sunmayı, çoğunlukla soru sormaya dahi çekinirsiniz. Öz güvenleri üst seviyededir. Örneğin demokrasi kavramını kaynaklar göstererek öyle iyi tanımlarlar ki, o tanımı orada anında satın alırsınız. Eğer meraklı değilseniz ve demokrasinin başka tanımları da olabileceğini düşünmüyorsunuz, bu tanımı başka bir yerde siz kullandığınızda zor duruma düşebilirsiniz(Not: Araştırmacı Arne Naess, 300'den fazla farklı demokrasi tanımı bulunduğunu yazmıştır). Eylem adamı değillerdir. Halk ile ittifak yapmak gündemlerinde yoktur.
Aydınlarımızın önemli bir kısmı bol yazar, konuşur ve çizerler. Bazıları, resmi ideoloji ve görüş içerikli eylemlere isteyerek ya da istemeyerek veya bilerek ya da bilmeyerek katılırlar. Bazıları da karşı çıkarlar. Sık sık görüş değiştirdikleri de olmuştur. Uygulama için destek istendiğinde, pratiğe ayak uydurmakta çok zorlanırlar. Çoğunun finansal özgürlüğü yoktur, hatta bir kısmının geçim derdi dahi olduğundan, yanlışta mutabakat yapmak durumunda kalırlar.
''Münevverlerimiz'', görgülü ve ülkemizin değerlerine çok önem vermekle birlikte genellikle içlerine kapanıktır. Kitle kültürünün ezici üstünlüğü karşısında yenilmişlik hissine kapılırlar. Dünyadaki değişimleri saygı ile karşılar, ancak değişime entegre olmak veya önüne geçmek gibi bir motivasyonları yoktur. Bekleyip, görmeyi tercih ederler.
''Filozoflarımız'', ''Bilgelerimiz'' ve ''Düşünürlerimiz'' ise; adalet, dürüstlük, iyilik, sevgi, sanat, bilim vs gibi ağır konularda derinlere inerler. Konuya başladıkları noktayı çoğu zaman kendileri de unutup, farklı ufuklara yelken açtıkları sık karşılaşılan bir durumdur. Kendilerini dinlemek bir zevktir, ama anlatılanların pratikteki karşılığının bulunması için çok çaba gerekir. Mütevazi, ama kaliteli bir yaşam sürerler.
''Duayenlerimiz'', bir konuda geçmişte sağladıkları üstün başarı formüllerinin, başka alanlarda da geçerli olacağını var sayarak, davet gördükleri her yerde bunu anlatırlar. Bu formüllerin zaman içinde eskiyip, demode kaldığını göremeyen ve bu tavsiyeleri birebir uygulayıp, olumsuz neticeler elde eden kitleleri sık sık hayal kırıklığına uğratırlar.
''Ulemalarımız'' ve ''Hocalarımız'', doğruların ne olduğunun kararının sadece kendi tekellerinde olmasını istedikleri, bilginin ve bilimin ''sokağa çıkmasından'' genellikle rahatsızlık duyduğu sık karşılaşılan bir olgudur.
''Klas insanlarımız'' ise genellikle sadece zarif kalmakla yetinirler, kimseyi incitmemeye özen gösterirler.
Vip, üst seviye, burjuva, vs gibi adlandırılan diğer ünvanların içini doldurmayı ise size bırakıyoruz!
Tekrar okuyucu tenzih ederek belirtmek isterim ki, yukarıdaki mizahi anlatımlar salt bir eleştiri değil, bardağın boş tarafını göstermek için kaleme alınmıştır. Yukarıda adı geçen kitlelerin bardaklarının diğer tarafı eminim ki hayli doludur. Bu yazının amacı, bardağın dolu tarafını en üst seviyeye çıkarmaktır. Yukarıdaki grupların içindeki herkesin, rafine insan olma potansiyeli vardır. Önemli olan bu potansiyelin ortaya çıkmasını sağlayacak ortamı yaratmak ve örnek olmaktır.
Pekiyi, çok mu zordur ''rafine insan'' olmak?
Rafine insan olmak zaman alan bir süreçtir. Okulu yoktur. Bu süreç, içine koyacağın bir şey kalmadığı zaman değil, içinden çıkaramayacağın bir şey kalmadığı zaman tamamlanır. Dolayısıyla her rafine insan adayı, bir yandan kendini yukarıda yazılı unsurlar doğrultusunda geliştirirken diğer yandan da kendisini, o güne kadar önemli zannettiği ancak ''gereksiz, faydasız, anlamsız, ihtiyaç dışı'' unsurlardan arındırmalıdır. İstenirse olur!
1) Mesleki başarı: İyi bir teorik ve/veya pratik eğitim sonrası, öğrenilenin, insanların ihtiyaçlarını mükemmel şekilde karşılayacak şekilde icra edilmesi ve tekrarlanmasıdır. İstenirse yapılabilir. Bu meslek, bir CEO pozisyonu olabileceği gibi, bir Bilgisayar Teknisyenliği veya Belediye Başkanlığı da olabilir. Önemli olan ilgili alandaki ihtiyacı belirleyip, akıl ve bilimselliği ön plana çıkararak, bu ihtiyaçlara en iyi çözümü üretmek ve mükemmel icra etmektir.
2) Finansal özgürlük: Her birey, kendisine bir yaşam alanı açar, hayaller kurar ve kendi ölçülerine göre bir hayat standardı belirler. Hedeflenen her hayat standardının farklı bir maliyeti vardır. Bu maliyeti alın ve beden teriyle karşılayabilmek mümkündür. Söz konusu kişi, bu maliyetin bedelini, kimseye karşı eğilip bükülmeden kazanabiliyorsa, o kişi finansal özgürlüğüne kavuşmuştur. Örnekleri vardır, istenilirse yapılabilir.
3) Kültürel zenginlik: Hayat sadece mesleki başarı ve paradan ibaret değildir. Paranın satın alamadığı pek çok unsur vardır. Kültürel zenginlikle, paranın satın alamadığı değerlere ulaşım imkanı sağlanır. Bu da insan ruhunu zenginleştirir, yeni vizyonlar açar, yaşamın anlamını daha bir belirgin hale getirir. Bu nedenle meraklı olmak ve dünyada kültürel alanda neler olup bittiğini anlamak önemlidir. Özel ilgi alanları kişilere göre değişir (bilimsel, sanatsal, dini, ruhani konular, hatta değişik koleksiyon alanları). Bu ilgi alanlarında derinlemesine inmek çok keyiflidir.
4) Eylemlerini, kitleleri ilgilendiren sosyal ve gerekirse siyasi alanlara kaydırmak : Rafine insan olmak amaçlı yukarıdaki ilk iki maddeyi gerçekleştirip, ikinci maddede ''demir atmak'', yani paraya odaklanmak ve bunu maksimize etmek çok yaygın bir davranış şekli olup, rafine insan olmanın en büyük engelidir. Örneğin 50 yaşına gelip, 5 milyon dolar sahibi olmak ile 5 milyar dolar sahibi olmak arasında bireysel anlamda hiç bir fark yoktur. Buna rağmen 50 yaş ve üstü pek çok ''başarılı insan'', ihtiyacı olmamasına rağmen kişisel anlamda daha çok para kazanmak için olmadık taklalar atarlar. Bu taklaları yaşadıkları toplumun refahına bir yarar sağlamak amacıyla atmaları daha anlamlıdır.
5) Özgün kişilik: Her rafine insanın özgün bir ''tipi'' (stili) ve ''duruşu'' olmalıdır. Bu istikrarlı da olabilir, istikrarsızlık içinde bir istikrar da gösterebilir. Kendisini önemsemeyen, kişisel bakımını ihmal ve çevresini yok sayan biri, rafine insan olamaz.
Ülkemizde rafine insan potansiyeli olan on binlerce kişi vardır. Ancak bugün farklı yerlerde ''park etmiş'' ve bardaklarının boş kalan tarafını doldurma motivasyonları düşük konumdadırlar. Organize değillerdir. 80 milyon içinde göz önünde değillerdir. Ortada olmadıklarından, ''yeni nesil rafine insan potansiyelimiz'' de bundan olumsuz etkilenmektedir. Genç ve orta yaş grubu potansiyelimiz, iyi örnekleri yurt içinde göremediklerinden, pek çoğu kendilerine başka ülkelerde alternatif ortamlar hazırlamaktadırlar. Zira bireysel olarak entegre olabilecekleri ''dönen bir çark'' bulamamaktadırlar. Nitekim tıpkı sermaye göçü gibi, son yıllarda yüz binlerce beyin göçü de vermekteyiz. Bu durum, ülkemizin üstün değerlerini koruyarak yüksek refah seviyesine ulaşması için en önemli tehditlerden birisidir.
Rafine insan adaylarının bir araya gelip, kendilerini geliştirmeleri ve topluma örnek olmaları nasıl sağlanacak?
Bu potansiyeli ortaya çıkaracak ve gelişime ortam yaratacak itici güç, kanımca yukarıda sözü edilen ve en azından bir, iki ve üç numaralı şartları yerine getiren gruplardan çıkmak durumundadır… Diğer değişle; mesleki başarısı olan (''alın teriyle en azından bir aslan vurmuş''), finansal anlamda özgür (''hiç kimseye minnet borcu olmayan'') ve kültürel olarak içi dolu kişi ve gruplar…
Bu kişi ve gruplar, iş dünyasından olabileceği gibi, politik arenadan da çıkabilir. Özellikle beyaz yakalı veya 30'lu yaşlardaki genç politikacılar bu yeniden yapılanma süreci için benim favorilerimdir. Ben bu rafine insanın bir gün ortaya çıkacağını ve kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla birlikte, geniş halk kitlelerini ikna ederek ve ittifaklar kurarak ülkemiz için kollarını sıvayacağını düşünüyorum.
Bu makalede özet olarak ne anlatmak istedim?
Türkiye mükemmel fırsatlar sunan bir ülkedir. Son derece kritik öneme haiz olan iki dünya savaşı arasında, o dönemin konjonktürüne uygun sağlam ve geliştirilebilir yeni bir devlet sistemi kurulmuştur. Önemli reformlar yapmıştır. Olağanüstü bir coğrafi konumu vardır. Son derece değerli yer altı ve üstü kaynakları mevcuttur. Tarıma ve hayvancılığa müsaittir. Sanayi alt yapısı iyidir, üst yapısı ise üzerinde çalışılırsa çok iddialı bir konuma gelebilir. Hizmetler alanında çok iyidir (özellikle inşaat ve turizm).
Eğer ülke şartlarına uygun, yurt içi ve yurt dışı paydaşları da ikna edici, ülkemize özgün, ancak dünya konjonktürü ile uyumlu bir ekonomi ve kalkınma programı hazırlanıp, arkasında güçlü bir siyasi irade ile icra edilirse, sermaye birikimi kalıcı olarak sağlanır. Katma değeri yüksek yeni üretim tesisleri kurulur ve mükemmel çalıştırılır. Bu kapasitenin doldurulması diye bir sorunumuz olamaz, zira; a)iç tüketim potansiyelimiz, nüfusumuzun demografik özellikleri ve alışkanlıkları nedeniyle olağanüstü yüksektir, b)ülke içindeki kamu yatırımları için çok geniş ve bakir alanlar mevcuttur c)bölgemiz ihracata çok müsaittir, d)yurt dışında yaşayan on milyonlarca soydaşımız, mevcut ana coğrafyamıza etkin senkronize edilerek, bu çarkın içine dahil edilebilir e)çok farklı ülkelerdeki yetenekli ve iyi eğitimli gençler için ülkemiz yeni bir ana vatan olabilir.
Pekiyi bizim jenerasyonumuz bu mirasın ve potansiyelin ne kadar farkında? Eğer farkındaysa, onlarca yıldan beri bu ülkeyi neden ''çağdaş medeniyet ve refah seviyesine'' ulaştıracak ortamı yaratmakta zorlandı?
Kıyaslamayı, şüphesiz medeniyet seviyesine ulaşmış toplumlarla yapmak gerekir. Orta doğu ülkeleri ile yapılacak bir kıyaslama, bize kendimizi iyi hissettirir, ancak anlamsızdır…Yanıtım, nitelikli ve liyakat sahibi insanlarımızı yönetime getirememe zaafımızdır. Bu kadar basittir. Nedeni başka yerlerde aramayın. Nitelikli ve liyakat sahibi insanlar iyi iş çıkarırlar, iyi örnek olurlar. Kimin daha nitelikli ve liyakat sahibi olduğu da şüphesiz tartışılabilir. Ancak bu durum, nitelikli insanlarımızı ülkemizin anahtar pozisyonlarında iyi değerlendiremediğimiz tespitimizi değiştirmez.
Pekiyi neden nitelikli ve liyakat sahibi arkadaşlarımızı, ülkemizin anahtar pozisyonlarında sorumluluk almaya teşvik etmedik de, onların yerine daha az nitelikli ve konusuna çok hakim olmayan arkadaşlarımızın yönetime geçmesine izin verdik diye soracaksınız. Buna da cevabım, ikinci grup arkadaşlarımızın bu pozisyonları daha fazla istemesi ve bizlerin, yani toplumun önemli bir kesiminin, belki hayat gailesinden, belki kendimizi ülke meselelerinden soyutladığımızdan, belki konformist yapımızdan, belki de nitelikli ve liyakat sahibi arkadaşlarımızı kıskandığımızdan, bu anahtar pozisyonları hak edene değil, ''belki o da yapar'' diye düşünerek, daha çok isteyene verme iyi niyetimiz veya gafletimizdir. Şüphesiz, liyakatı daha düşük, ancak çalışmaya istekli arkadaşlarımıza önemli sorumluluk vermek doğrudur. Ancak bu durum, liyakati yüksek arkadaşlarımızın, ülkenin önemli kurum ve kuruluşlarının anahtar pozisyonlarını terk etmelerine veya o pozisyonları alamamalarına neden oluyorsa, burada bir yanlışlık vardır.
Bu davranış şeklimizi toplum olarak hızlı şekilde değiştirmemiz ve bu şekilde davranmaya devam eden arkadaşlarımızı da yüksek sesle ayıplamamız gerekiyor. Zira bu ilgisiz tutum, adaletli, sorumlu ve etik bir davranış şekli değildir.
Mevcut yönetim kadrolarıyla gelinebilecek yere kadar gelindiğini düşünüyorum. Katkısı olan herkese teşekkür etmemiz gerekir. Bugünden sonrası artık daha rafine kadrolarla çalışmayı gerektiriyor. Rafine kadro potansiyelimiz yeteri kadar vardır, ancak büyük ölçüde atıl pozisyondadır. Bu insanların teşvik edilmeye ve cesaretlendirilmeye ihtiyaçları vardır. Rafine insanlarımızı, toplumsal anlamda toplam sürece davet edersek ve büyük resim üzerinde beklentilerimizi anlatıp, onları ataletten kurtarıp, bir arada çalışır duruma getirebilirsek, diğer meseleler teferruattır.
Türkiye, ikna edilerek kurallar uygulatılan değil, ikna ederek kural koyan ülkeler listesine girmelidir. Sermaye ve nitelikli insan ihracı yapan değil, sermaye ve nitelikli insan çeken bir toplum olmalıdır. Rafine insanlarımızın, 1938 den sonra ara verdiğimiz bu süreci tekrar başlatmak zorunluluğu vardır.
İlk makalesini 1975 yılında yayınlamaya başlayan bu satırların yazarı, uzun yıllardan beri amansız bir şekilde rafine insan olmak için çalışmaktadır. Daha azımsanmayacak kadar bir yolu olmasına rağmen, kendine göre belirli bir yol kat ettiğini düşünmektedir. Kendisine ileride ''Türkiye'de rafine insan olmak neye yarar?'' diye sorulduğunda, ''sadece bir salak gibi ölmemeye yarar'' diye bir cevapla yetinmek istememektedir. Ülkesinde bunun çok ötesinde bir iz bırakmak ve çevresini rafine insan olmaya veya rafine insanları desteklemeye teşvik etmek istemektedir.
Bu yazı topaloglupartners.com sitesinde de yayınlanmıştır